Geçtiğimiz gün bayramını kutladık milli egemenliğimizin…
Milli egemenlik, hepimizin bilmesi gerektiği gibi, milletin egemenliği demek.
Milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demek.
Demokratik rejimlerde millet, egemenlik hakkını, Devlet’in organları aracılığı ile kullanır.
Nedir bu organlar?
- Yasama, yürütme, yargı.
Demek ki, milli egemenlik sadece TBMM’ne indirgenemez…
Milli egemenlik denince akla sadece TBMM’nin getirilmesi halka yutturulmaya çalışılan büyük bir yalandır.
Halk seçmiş olduğu vekilleri eli ile TBMM’deki “kendi” iradesini oluşturur ve kendisinin oluşturduğu bu irade ile egemenlik hakkının kullanılmasını sağlar ve yönetir; ideal şablon budur.
Bu şablon ne kadar ve ne ölçüde hayata geçirilmektedir?..
İşte bu konu, söz konusu halkın ne ölçüde bilinçli ve demokratik haklarına sahip çıkan bir kültüre erişmiş olması ile doğru orantılıdır.
Ancak bu noktada altını çizmek istediğimiz asıl gerçek, egemenliğin aynı zamanda yargı erki vasıtası ile de kullanılıyor olmasıdır.
Bu bir gerekliliktir; aynı zamanda bir zorunluluktur!
Yargının, TBMM’den çıkan yasaları ve Hükümet’in “eylem ve işlemleri”ni denetlemesi söz konusu egemenlik hakkının kullanılması demektir.
Bu denetleme bağımsız olmalıdır.
Her türlü etki, baskı ve dayatmanın dışında gerçekleşmeli ve mahkemelerin verdiği kararlar, bağımsız yargıçların özgür iradelerinin mahsulü olmalıdır.
Demek ki, kuvvetler ayrılığı olarak ifade edilen bu bağımsızlık, gerçekte milli egemenliğin kullanılmasının olmazsa olmaz nitelikteki bir koşuludur.
Mustafa Kemal o ünlü özdeyişinde bu gerçeğin altını çizmektedir:
- Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!..
Kayıtsız ve şartsız…
Yargıçlar, kayıtsız ve şartsız kendi özgür iradeleri ile baş başa olacaklardır.
Her türlü kayıt ve şartın dışında özgür iradeleri yasaları uygulayacaklardır.
Ayrıca milli egemenliğin var olabilmesi için, ortada bir “millet”in olması gerekmektedir.
Çünkü egemenlik soyut bir kavram değildir.
Egemenlik, var olan “millet”in egemenliğidir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demektir.
İşte Türk milleti, egemenliğini, emperyalizme karşı topyekûn bir savaş vererek bu hakkı kazanmıştır.
Bağımsızlık yoksa, milli egemenlik de olmaz.
Türkiye halkı, o büyük savaşı vererek millet olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal’in millet kavramında işte bu esas vardır:
- Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.
İşte millet gerçeği budur.
Ve milli egemenliğin temelinde yer alan öğeler bunlardır.
Bütün bunlar olurken, millet bir ölüm kalım savaşı içinde terini ve kanını feda ederken, “analar ağlamamış mıdır?..”
Ağlamıştır.
Ama durduk yerde yan gelip yatarak kazanılabilecek hiçbir mücadele yoktur.
Kazanılmış her mevziin bir bedeli vardır.
O bedel 1919’larda ödenmeye başlamış ve şimdilerde de ödenmesine devam edilmektedir.
İşte mesele bu kadar basit ve yalındır.
Milli egemenlik, hepimizin bilmesi gerektiği gibi, milletin egemenliği demek.
Milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demek.
Demokratik rejimlerde millet, egemenlik hakkını, Devlet’in organları aracılığı ile kullanır.
Nedir bu organlar?
- Yasama, yürütme, yargı.
Demek ki, milli egemenlik sadece TBMM’ne indirgenemez…
Milli egemenlik denince akla sadece TBMM’nin getirilmesi halka yutturulmaya çalışılan büyük bir yalandır.
Halk seçmiş olduğu vekilleri eli ile TBMM’deki “kendi” iradesini oluşturur ve kendisinin oluşturduğu bu irade ile egemenlik hakkının kullanılmasını sağlar ve yönetir; ideal şablon budur.
Bu şablon ne kadar ve ne ölçüde hayata geçirilmektedir?..
İşte bu konu, söz konusu halkın ne ölçüde bilinçli ve demokratik haklarına sahip çıkan bir kültüre erişmiş olması ile doğru orantılıdır.
Ancak bu noktada altını çizmek istediğimiz asıl gerçek, egemenliğin aynı zamanda yargı erki vasıtası ile de kullanılıyor olmasıdır.
Bu bir gerekliliktir; aynı zamanda bir zorunluluktur!
Yargının, TBMM’den çıkan yasaları ve Hükümet’in “eylem ve işlemleri”ni denetlemesi söz konusu egemenlik hakkının kullanılması demektir.
Bu denetleme bağımsız olmalıdır.
Her türlü etki, baskı ve dayatmanın dışında gerçekleşmeli ve mahkemelerin verdiği kararlar, bağımsız yargıçların özgür iradelerinin mahsulü olmalıdır.
Demek ki, kuvvetler ayrılığı olarak ifade edilen bu bağımsızlık, gerçekte milli egemenliğin kullanılmasının olmazsa olmaz nitelikteki bir koşuludur.
Mustafa Kemal o ünlü özdeyişinde bu gerçeğin altını çizmektedir:
- Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!..
Kayıtsız ve şartsız…
Yargıçlar, kayıtsız ve şartsız kendi özgür iradeleri ile baş başa olacaklardır.
Her türlü kayıt ve şartın dışında özgür iradeleri yasaları uygulayacaklardır.
Ayrıca milli egemenliğin var olabilmesi için, ortada bir “millet”in olması gerekmektedir.
Çünkü egemenlik soyut bir kavram değildir.
Egemenlik, var olan “millet”in egemenliğidir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demektir.
İşte Türk milleti, egemenliğini, emperyalizme karşı topyekûn bir savaş vererek bu hakkı kazanmıştır.
Bağımsızlık yoksa, milli egemenlik de olmaz.
Türkiye halkı, o büyük savaşı vererek millet olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal’in millet kavramında işte bu esas vardır:
- Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.
İşte millet gerçeği budur.
Ve milli egemenliğin temelinde yer alan öğeler bunlardır.
Bütün bunlar olurken, millet bir ölüm kalım savaşı içinde terini ve kanını feda ederken, “analar ağlamamış mıdır?..”
Ağlamıştır.
Ama durduk yerde yan gelip yatarak kazanılabilecek hiçbir mücadele yoktur.
Kazanılmış her mevziin bir bedeli vardır.
O bedel 1919’larda ödenmeye başlamış ve şimdilerde de ödenmesine devam edilmektedir.
İşte mesele bu kadar basit ve yalındır.
Milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demek.
Demokratik rejimlerde millet, egemenlik hakkını, Devlet’in organları aracılığı ile kullanır.
Nedir bu organlar?
- Yasama, yürütme, yargı.
Demek ki, milli egemenlik sadece TBMM’ne indirgenemez…
Milli egemenlik denince akla sadece TBMM’nin getirilmesi halka yutturulmaya çalışılan büyük bir yalandır.
Halk seçmiş olduğu vekilleri eli ile TBMM’deki “kendi” iradesini oluşturur ve kendisinin oluşturduğu bu irade ile egemenlik hakkının kullanılmasını sağlar ve yönetir; ideal şablon budur.
Bu şablon ne kadar ve ne ölçüde hayata geçirilmektedir?..
İşte bu konu, söz konusu halkın ne ölçüde bilinçli ve demokratik haklarına sahip çıkan bir kültüre erişmiş olması ile doğru orantılıdır.
Ancak bu noktada altını çizmek istediğimiz asıl gerçek, egemenliğin aynı zamanda yargı erki vasıtası ile de kullanılıyor olmasıdır.
Bu bir gerekliliktir; aynı zamanda bir zorunluluktur!
Yargının, TBMM’den çıkan yasaları ve Hükümet’in “eylem ve işlemleri”ni denetlemesi söz konusu egemenlik hakkının kullanılması demektir.
Bu denetleme bağımsız olmalıdır.
Her türlü etki, baskı ve dayatmanın dışında gerçekleşmeli ve mahkemelerin verdiği kararlar, bağımsız yargıçların özgür iradelerinin mahsulü olmalıdır.
Demek ki, kuvvetler ayrılığı olarak ifade edilen bu bağımsızlık, gerçekte milli egemenliğin kullanılmasının olmazsa olmaz nitelikteki bir koşuludur.
Mustafa Kemal o ünlü özdeyişinde bu gerçeğin altını çizmektedir:
- Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!..
Kayıtsız ve şartsız…
Yargıçlar, kayıtsız ve şartsız kendi özgür iradeleri ile baş başa olacaklardır.
Her türlü kayıt ve şartın dışında özgür iradeleri yasaları uygulayacaklardır.
Ayrıca milli egemenliğin var olabilmesi için, ortada bir “millet”in olması gerekmektedir.
Çünkü egemenlik soyut bir kavram değildir.
Egemenlik, var olan “millet”in egemenliğidir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, milletin, ülkenin yönetimine, kaderine ve geleceğine egemen olması demektir.
İşte Türk milleti, egemenliğini, emperyalizme karşı topyekûn bir savaş vererek bu hakkı kazanmıştır.
Bağımsızlık yoksa, milli egemenlik de olmaz.
Türkiye halkı, o büyük savaşı vererek millet olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal’in millet kavramında işte bu esas vardır:
- Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.
İşte millet gerçeği budur.
Ve milli egemenliğin temelinde yer alan öğeler bunlardır.
Bütün bunlar olurken, millet bir ölüm kalım savaşı içinde terini ve kanını feda ederken, “analar ağlamamış mıdır?..”
Ağlamıştır.
Ama durduk yerde yan gelip yatarak kazanılabilecek hiçbir mücadele yoktur.
Kazanılmış her mevziin bir bedeli vardır.
O bedel 1919’larda ödenmeye başlamış ve şimdilerde de ödenmesine devam edilmektedir.