İşgal altındayız. Dört bir yandan kuşatıldık, sarıldık.
Şeriatçılar, bölücüler, sömürgeciler, çembere aldılar bizi… Ateş çemberi bu… Yarı bağımlıydık, tam bağımlı olduk…
ABD, AB tarafından yönetiliyoruz.
Amerikan, Alman askerleri cirit atıyorlar ülkemizde. Kendilerine ayrılan bölgelerde, üslerde diledikleri gibi hareket ediyorlar. Özgür ve bağımsız… Amerikan politikacılarının biri geliyor, ötekisi gidiyor. Türkiye’yi yolgeçen hanına çevirdiler.
Sınırlarımız ateş hattına döndü. Giren belli değil, çıkan belli değil. Bombalar patlıyor, uzun namlulu silahlar konuşuyor, insanlarımız ölüyor…
Türkiye’nin en yiğit komutanları tutsak edildi… Ordu, hükümetin emri ile Doğu’dan, Güneydoğu’dan çekilerek, yerini teröristlere bırakıyor.
200 yıldan beri sürüp gelen ulusal birliğimizi parçalama çabaları ABD, AKP, PKK bütünleşmesi ve dayanışması ile günümüzde doruğa ulaştı. Mezhep, din, etnik köken çatışmaları körüklenmekte, bu unsurlar, ülkenin parçalanması yolunda bir silah gibi kullanılmaktadır.
Sevr’i hayata geçirmeye çalışıyorlar. Yeni Anayasa ile Sevr’in temellerini oluşturuyorlar.
AKP’nin de PKK’nın da akıl hocaları, yöneticileri Amerika’dır. Teröristler, Kandil dağındaki ABD’li dostlarının yönlendirmesi ve taktikleri ile hareket etmektedirler.
Şeriatçı ve mandacı bir partinin iktidar olması ile ABD bu kez, yakaladığı fırsatı sonuna dek değerlendirme amacında ve çabasındadır. Faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. BOP planı çerçevesinde Irak, İran, Suriye’den koparılacak toprak parçaları ile yeni bir Kürdistan’ın inşası yolunda hızla ilerlemektedir… Şimdi hedefte Esat’ın alaşağı edilmesi ve Suriye’nin parçalanması vardır. Onun arkasından sıra, İran ve Türkiye’ye gelecektir.
Bu kez tehlike büyüktür!
Hukuk teslim alınmıştır. Hukuk siyasallaşmıştır. AKP sevdalısı Batı bile, düzenlediği raporlarda bu gerçeği dile getirmek zorunda kalmaktadır. Tüm kanıtlar en yetkili uzmanlar ve kurumlar tarafından çürütüldüğü halde, tutuklulara ceza üstüne ceza yağmakta, hâlâ dört duvar arasında bekletilmektedirler. Aydınlar, yurtseverler, sendikalar, dernekler büyük bir baskı altındadır. Kimse düşüncesini özgürce söyleyememektedir. Ülkeler arasında Türkiye, basın özgürlüğünde daha da gerileyerek, 120. Sıraya düşmüştür.
Bu kez tehlike büyüktür…
Tehlike büyüktür büyük olmasına da günümüzün mütareke basını ve iktidarı bu tehlikeyi gizlemek, halkın gözünden kaçırmak için elinden gelen çabayı göstermektedir. Televizyonlar 24 saat, izdivaç, eğlence programları, dizilerle, Acun’larla, macunlarla, bilmem kimlerle halkın beynini uyuşturmakta, narkoz görevi yapmaktadırlar.
Kitle Allah ve sadaka ile aldatılmaktadır. Bölünme tehlikesinin yanında bir de şeriatçı yapılanma tehlikesi çıkmıştır karşımıza. Din sömürüsü, başını alıp gitmiştir. Hedefte cumhuriyet ve Atatürk vardır. Ama bu konuda muhalefetten hiçbir tepki gelmemektedir.
TBMM’nin bir adı kalmıştır. Özgür düşünenlere ve özgür düşünceye nasıl engel olunuyorsa, meclis çatısı altında da aynı yöntem kullanılarak, ağza alınmayacak küfürlerle milletvekillerinin kürsü dokunulmazlıkları ayaklar altına alınmaktadır.
Peki, bütün bunlar olup biterken, Sevgili yurdumuz, freni patlamış bir araç gibi son sürat uçuruma doğru sürüklenirken, aydınlarımız yurtseverlerimiz ne yapmaktadır? Nasıl bir mücadele vermektedir? Kılavuzluk, öncülük görevini yerine getirebilmiş midir?
Ne yazık ki bu sorulara vereceğimiz yanıt “hayır”dır.
Bu ülke, sağ – sol çatışmalarından, mezhep, din, ırk ayrımcılığından, gruplaşmalardan çok çekti ve hâlâ çekmektedir… Partiler büyük bir aymazlık içerisinde hâlâ “Küçük olsun, benim olsun” demektedirler… Yapılan politik çalışmalar, toplantılar “salon toplantıları” olmaktan öteye gidememektedir. Hitap edilen kitle ise yine bilinçli, aydınlar topluluğudur. Halkın büyük bir kesimi, olup bitenden habersiz, kendi dar dünyasından dışarı çıkamamaktadır.
Oysa bugünkü tehlikeli ortamdan kurtulabilmek için tüm ulusu seferber etmek ve mücadeleye kazanmak gerekir. Bir zamanlar halkın Atatürk’e inanıp, canını malını ortaya koyması gibi, öncülere inanıp, mücadeleye atılması gerekir.
Tarık Zafer Tunaya’nın deyişi ile günümüzde de “Toplumu ve kendisini eyleme geçiren koşulları ustalıkla hesaplayan, toplumun dinamiklerini başarı ile yönetebilen” Atatürk politikalarına ihtiyaç vardır.
Bugün de yine “Vatanın bütünlüğü tehlikededir. Ancak bu tehlikeden milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. Bunun için de her türlü tesir (etki) ve murakabeden (denetleme) azade, bir heyeti milliyenin vücudu elzemdir. (gereklidir)…” (Mustafa Kemal Atatürk)
Atatürk’ün yukarıdaki görüşlerinin ışığında yurtseverler, bugünkü ortamda particilik çalışmalarını ikinci plana atmalı, öncelikle tüm Türkiye halkına güven verecek, “HER TÜRLÜ TESİR VE MURAKABEDEN AZADE, BİR HEYETİ MİLLİYEYİ VÜCUDA” getirmelidirler. Partili, partisiz tüm halkımızın birleşip bütünleşebileceği, sağ – sol çatışmalarından arınmış “Partiler üstü” bir oluşuma ihtiyaç vardır.
Sevgili Banu Avar’ın deyişi ile “Süreç işlerken, vatanseverlerin mahalle köy, ilçe ve illerde, hiçbir partinin güdümünde olmadan bağımsız yapılar oluşturmaları ve bunun HAKKIN MÜDAFAASI VATANIN SAVUNUSU temelinde yapılması şarttır. Her yerde her cenahtan kişilerin özgür oylaması esas alınmalı, hiçbir siyasi parti bu platformda ağırlık oluşturmamalıdır.”
“MİLLİ MERKEZ” çalışmalarına gelince… Elbette bu, Türk siyasal yaşamında önemli bir kuruluş ve yapılanmadır. DYP, DSP ve CHP’nin ulusalcı kesiminden politikacıların ve aydınların İP’le birleşip, bütünleşmesi ile kurulmuştur. Bünyesinde çok değerli kişileri barındırmaktadır. Ama bize göre bu oluşum da bir “Partileşme” hedefine odaklanmıştır ve milli, antiemperyalist kesimlerin büyük bir çoğunluğunu dışarıda bırakmıştır.
Cumhuriyetin, Atatürk’ün, vatan bütünlüğünün tehlikeye girdiği bugünkü yangın ortamından kurtulabilmemiz için her şeyden önce, tüm halk kesimlerinin katıldığı ulusal bir şahlanışa ihtiyaç vardır. Bunun için de Atatürk’ün “Müdafa-i Hukuk”, “Kuvayi Milliye” koşulları ve ortamı yeniden yaratılmalıdır.
Ulu Önder’in yiğitliği, cesareti ön plana çıkarılmalı, tıpkı onun yaptığı gibi tüm ulusalcılar “makam ve rütbeleri”nden arınmalıdırlar. Yani daha açık bir anlatımla, İkinci Kurtuluş Savaşımıza başlarken, yazar yazarlığını, öğretmen öğretmenliğini, doktor doktorluğunu ikinci plana atıp, sıradan bir “Kuvayi Milliye Neferi” olmalıdır. Olabilmelidir…
Bu sözlerim karşısında, şimdi beni “örgüt düşmanlığı”, “Teşkilat düşmanlığı” ile suçlayacak keskin devrimcilerin öfkeli seslerini duyar gibi oluyorum. Onlara verilecek cevabım şudur:
Partiye, partinin öncülüğüne asla karşı değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Ama bugünkü ortamdan, bugünkü tehlikeli gidişten kurtulabilmek için, tüm halkı eyleme geçiren Atatürk tarzı bir örgütlenmeden yanayım.
Ben, bu tür bir örgütlenmede varım ve bana verilecek her türlü göreve hazırım.
Sıradan bir “Kuvayi Milliye Neferi” olmaya, gerekirse bu yolda canımı vermeye de hazırım…
Ne başkanlık, ne sekreterlik, ne mevki, ne makam, ne koltuk hiç mi hiç umurumda değil…
Hiç birisi ilgilendirmiyor beni… Çünkü söz konusu vatan olunca gerisi teferruattır…