Özellikle “Gezi olayları”ndan sonra Avrupa’nın Türkiye politikasında ve uygulamalarında büyük değişiklikler olduğu tartışmaları yapılıyor. Her şeyden önce üç noktanın...
Özellikle “Gezi olayları”ndan sonra Avrupa’nın Türkiye politikasında ve uygulamalarında büyük değişiklikler olduğu tartışmaları yapılıyor. Her şeyden önce üç noktanın birbirinden ayrılması gerekir; - Türkiye’nin AB ile ilişkileri - Hükümetin “Avrupa Konseyi” ile ilişkileri - Avrupa kamuoyunun Türkiye’deki son gelişmeler ve Ankara hükümeti konusundaki değişiklikler birbirlerinden farklıdır. Türkiye 1949 yılından beri Avrupa Konseyi’nin üyesidir. Siyasi ağırlıklı bir kuruluştur. AİHM vs. Avrupa Konseyi’nin içindedir ve Türkiye de tüm organlarda yer alır. AB ile ise Türkiye’nin ilişkileri çok farklıdır. Yaşamının 50 yılını bu konulara ayırmış bir insan olarak kitap ve makalelerimde anlatmaya çalıştım. Türkiye (ve Ankara) AB’ye uyum adı altında Brüksel’in yedeğine alınmış bir biçimde, 6 Mart 1995’te imzalanan Gümrük Birliği anlaşması ile, “AB’ye tek taraflı olarak bağlanmış ve AB dışı ülkelerle olan ticari ilişkileri ipotek altındadır. Bugün TÜSİAD da, hükümetin Çağlayan gibi kimi bakanları da bu haksız rekabet konumundan şiddetle yakınıyorlar”. Son olarak AB, ABD ile imzaladığı kapsamlı ticari anlaşmada, Türkiye’yi devre dışı bırakmıştır. ABD’den mal alırken AB üyesi, ABD’ye mal satarken üçüncü dünya ülkesi durumundayız; gümrük oranları farklı.
1) AB, Türkiye ile yürütmekte olduğu süreci bozmak istemez. Fasıllar açılır, kapanır; bunlar taktik olaylardır. AB için esas mesele 6 Mart 1995 Anlaşması ile elde ettiği tek taraflı ilişkiyi bozmadan sürdürmek, Türkiye’yi üye yapmadan denetiminde tutmaktır. 2) Avrupa Konseyi ise, “yanı başındaki ve bir anlamda entegre olduğu Türkiye’de”, demokrasiden uzak, İslami esaslara dayalı bir toplumsal yapı (ve ülke) istememektedir. Laik, Avrupalı bir yaşam tarzına sahip olmasını tercih eder. 3) Avrupa kamuoyu, sokaktaki insanı, medyası ve sivil toplum örgütleri de benzer görüşü paylaşıyorlar. Bu nedenle Türkiye’deki haksızlıklara tepki gösteriyorlar. Atatürk 1920’de Meclis’teki gizli oturumda mealen şunları söylüyordu; “Bolşeviklerle, işgalcilere karşı yaptığımız anlaşmaları şimdilik açıklamayacağız. Bolşevik olmayacağız ama kurtuluş ve bağımsızlık için işbirliğinden başka bir yol bulunmuyor”. Atatürk’ün kafasındaki Türkiye, çağdaş değerlerle yönetilen, Avrupa’ya yakın; ama aynı zamanda komşuları ile iyi geçinen bir ülke idi. Bugün karşımızdaki ve aynı zamanda “yanımızdaki” Avrupa’nın Türkiye ile olan ilişkilerini bir bütün olarak değil, biraz daha ayrıntılı görmek zorundayız. AİHM’den yararlanmak çok doğaldır, Türkiye Avrupa Konseyi’nin 1949’dan beri içindedir. Avrupa’nın sivil toplum kuruluşları ile yakın işbirliği içinde bulunmak desteklenmelidir. Türkiye’nin demokratikleşmesine ve çağdaşlaşmasına katkı sağlar. Eğitimden sanata bu yakınlaşmalar geliştirilmelidir. Bu doğrular, Türkiye’nin AB (ve Gümrük Birliği) üzerinden Brüksel ile tek yanlı ve aleyhimize yürüyen çelişkiyi savunmamızı gerektirmez. Avrupa’nın nesine hayran olduğumuzu iyi görerek ayıklamak zorundayız. Aşırı genellemeler yapmak en yanıltıcı yaklaşımlardır.