Bu isimle bir insan yok ki, Kurt Karaca, ama polis var etmiş ve ben korkmuşum, “evine böcek koydular mı, bir bakın”, Odatv iddianamesinde, ben büyük şefim ya, böyle yazılıdır. Şimdi, emekli bir hukuk profesörü ve müthiş bir avukat, Ankara yakınındaki çiftliğinde ve çardaktayız, aygıt konamaz, imkansız; polis çırakları hem uyduruyorlar ve hem iddianame yazıyorlar, şimdi hallaç pamuğu oldular, Fethullahçı sayılıp saçıldılar. Çardakta ev sahibimiz, galiba, Hukuk’ta Deniz Baykal’la sınıf arkadaşıydı; Yargıtay’dan üyeler, Habertürk’ten Yasemin Güneri de var, “Deniz tembeldi, bizde asistan olamadı” diyordu, hep biliniyor ve Nermin Abadan kapmıştı, hatırlıyorum. Hatırladığım bir de şudur, Alparslan Türkeş mhp’nin başına geçmiş, partiyi hem Müslüman ve hem de “faşist” yapmıştı, bir de genç ve gizli teorisyeni çıktı, adı “Kurt Karaca”, kimseler bilmiyor,bir yerde asistan olduğunu duyuyoruz. Tam uydurma, ancak, yeni doğuyor, “Başbuğ” hem “Alparslan” hem “Türkeş”, teorinin de Kurt’tan ve Karaca’dan gelmesi çok isabetlidir, Karaca Oğlan’ın dizelerini severiz.
BİT YENİĞİ!
O gün Çardak’ta, artık profesör, bana, “Yalçın Hoca, bana hiç hücum etmedin, hiç yazmadın, neden”, bunu sormuştu. Hemen cevap verdim, “senin teorisyenliğini de faşistliğini de hiç ciddiye almamıştım” dedim, unutmuyorum; çok tuhaf, bu cevaba pek sevinmişti, ciddiye alınmamaktan sevinen büyük bir avukat görüyordum. Güzel, bu ikincisi, şeyh-ül avukat Profesör Feyzioğlu’nun bizi kurtarıcılığını, “mesih” diyebiliriz, hiç ama hiç önemsemedim; başından itibaren içinde bit yeniği görüyordum. Peki, neden, bilmiyorum, sadece büyük bir tutarsızlık seziyordum. Hüseyin Çelik’in, havadan kıskanmasından ve mhp lideri Bahçeli’nin reddiyesinden önce, tutarsız gördüğümü yazmış bulunuyorum.
"ENCORE UNE FOİS"
Birincisini çok mu sevdik, tadı damağımızda mı, Tuncay Özkan, altı yılın yarısında, “bana suçumu verin” deyu inlemedi mi; Mustafa Balbay’ın avukatı Mehmet İpek, “bu davanın davası yok” demedi mi; ben siyasi davalar kataloglayıp, “siyasi davalarda suç olmaz” yazmadım mı; anladık ve biliyoruz, “Berlin’de hakimler” vardı, oradan mı getirecekler, “naylon hakimler” mi buldular, bunları düşünüyor ve hiç anlamıyordum. Bir bit yeniği görüyordum, Akepe ve Erdoğan için fevkalade bir tekliftir; Genç Feyzioğlu beni affetsinler, aklıma gelenler bunlardır. Gençlik işte böyledir, bir yükseltir bir indirirler; bu nedenle gençlere, hareketten önce, hem bilgi ve hem de yönlendirici gerekmektedir. O halde “olmadı, efendim” diyoruz, ve “encore une fois”, buyururlar. Bekliyorum.
OTOPSİ!
Şimdiki iki adet, tıptan günlük dile geçmiş sözcüğe ihtiyacımız var, biri “otopsi”, Elen dilinden, autopsia’dan, geliyor, insanın kendi gözüyle görmesi anlamındadır. Postmortem, muayene ve incelemedir, ölümden sonra, önümüzde “ergenekon” savcı ve yargıçları var. İşte en büyük gerçekleri, ölümden sonra, postmortem, ölüyü parçalayıp didik didik edince anlıyoruz. Şimdi adalet didik didiktir ve içinden biz çıkıyoruz, “sapasağlam” ve ne dedikse dosdoğru görüyoruz. Sonra pataloji, pathalogy geliyor, The Penguin English Dictionary, “the study of the essential nature of disease” diyor ki, vücuttaki anormal şişkinlikle dikkatimizi çekmeye başlıyor; savcılar şişmişti, yargıçları göbek bağladılar ve patladılar. Gerçekler ve doğrular, patlamadan çıkıyorlar. Çıkanlar müthiştir ve varsa “demokrasi” işte budur.
İÇ SAVAŞ VE DEMOKRASİ!
Kendimi tekrarlamama izin var mı, biliyorum hep tekrarlıyorum, tabii yazarlık bir tür işportacılıktır, hep tekrarı gerektiriyor. Güzel, “demokrasi” olursa, hep “çok zordur” diyorum ve demokrasiyi “iç savaşa girmeden iç savaşın kapısında” tarif ediyorum. Girerken ve çıkarken, iç savaşın kapısındadır, uzağında ise yoktur. Tarif budur. İç savaş bir değirmendir. Kapısında, bütün kirli çamaşırlar dökülüyorlar. Antik Yunan’dan biliyoruz, herkes birbirinin kapı komşusudur. Birbirlerine auto-psia yapıyorlar ve didik didik bakıyorlar. Bu yoksa “D” hiç yoktur. Öğreniyoruz.
BÜYÜK DEMOKRASİLER!
İhtilal-i Kebir, Fransız Devrimi, 1789, çıkarken, on yıldan az, görebileceğimiz en görkemli demokrasidir. İki, 1917, Büyük Ekim Devrimi pek çıkamadı, hemen iç savaşa girdiler,yıllarca en müthiş demokrasiyi yaşadılar ve biz de ortak olduk. Üç, Büyük Cumhuriyet Devrimi, 1919-1920 ile başlatabiliriz, bir yanda kuruluş, bir yanda iç isyanlar, akıyorlar, “demokrasi” diyorlar ve ben de diyorum. Demek burada teori ve pratik yazıyorum. “Demokrasi” mi, beş taş oynamıyoruz.
PATLAYAN AKEPE'DİR!
Peki, ne aceleleri var, “bırakınız patlasınlar, bırakınız aksınlar”, patlayan akepe’dir, gitmekte olanın adı Erdogan, öyle “devlet içinde devlet” yoook, akepe devleti var, on yılını doldurdu, nasıl çöküyor ve neden patlıyor, yakında yazarız ve pat pat dökülmektedir. İşte tam bu sırada Feyzioğlu Metin ve Baykal Deniz duramadılar ve “duruuun” bağırdılar, çıktılar. Önce iyi karşılandılar, sonra, bir Çarşamba, Farisi cıhar şenbe, Dördüncü Gün, birisi, akepe sözcüsü Çelik ve diğeri, akepe gözcüsü Gül, tarafından terslendiler. Birisine, “fazla havalanma” ve diğerine “git işine” dediler.
AVUKAT BAYKAL!
Deniz Baykal, hayli yavaştır, bu nedenle adını tembele dahi çıkardılar, tabii böyle sözleri uygun bulmuyorum, ne de olsa arkadaş sayılırız, ama söylüyorlar. Üniversite yıllarında her işin içinde görünür, ama hep dışında kalırdı; birisi Baba Feyzioğlu zamanındadır. Turhan Feyzioğlu, müthiş Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin parlak dekanı idi, Menderes de az diktatör değildi, çok diktatör yolundadır, Feyzioğlu’nu dekanlıktan aldı, yaptığımızı “talebe isyanı tabir ettiler”, elebaşlarından yollarına devam eden Profesör Taner Timur ile ben kaldık, bu 1956 yılındadır ve Turhan Bey artık İsmet Paşa’nın yanında ve CHP’de ikinci adamdır. Bu 1957 yılına denk düşüyor. Kalkındırmak istiyor, gençlik kollarının başına bir “parlak” genç arıyor; günlerce Deniz Baykal’a dil dökmüştü, biliyorum. Deniz, “nyet” diyordu; adını “girmez” taktılar ve oğul Feyzioğlu ile birbirlerine yakın düştüler, “mübarek olsun” diliyorum.
Erdogan “savcısı” olmuştu, Baykal “avukatıyım” dedi, pek sevindik ama nerdee, biraz yavaş ve ağırdır, “gelmez” deseler doğrudur. Odatv Davası’nda şahit saydılar, nerdee, olsa olsa “ben gizli olurum” diyordu. Bu çok güzeldir, şube müdürü Nazmi Ardıç’ın çırakları polisler hazırlanmışlar, benim günlük not defterlerime el koymuşlar, ben Baykaliçin “indirdik” diyorum, ve ama yerine “Tekin çıktı”, kendimi ihbar ediyorum. Gelmedi, gizli tanıklık halinde, “arkadaşım, bilmiyorum” buyurmuşlar; mahkemeye gelip de çürütmediler, bize yardım etmediler. Avukat olmadığı kesindir. Halbuki mahkeme pek seviniyordu, ne mahkeme, ne mahkeme, sanki ikinci Danıştay cinayeti buldular, “indirdik” sözü var ya, işte Baykal’a kaset, üstelik itiraf da ediyorum ve çok sevindiler; gelip de sevinçlerini kursaklarında bırakmadı, ne de olsa biraz ağırdır.
Bir, “indirdik” sözü, 1999 yılında halk indirmişti, CHP ve Baykal parlamentoya girmediler, budur. İki, notlarımda “tekrar çıktı” yazıyor ve bunu “Tekin” yapmışlar; harikadır. İşte polis çırakları, işte iddianameyi yazan polis şefi Nazmi Bey, işte savcılar. İşte yargıçlar ve işte CHP ile Baykal, çok patolojik ve biz auto-psia yapıyoruz. Her yandan pislik fışkırıyor. Gülen ile Baykal Yalnız her zaman ağır değildir; kaset nedeniyle çok bağlı olduğu yerden ayrılırken, veda hitabetinde, unutmadı, “kasedi Fethullah Gülen postalamadı” demeyi ihmal etmedi, burada acilci ve unutmaz davranıyordu. Sonra, Olcay, eşidir ve benim Mekteb-i Mülkiye’de dört yıl sınıf arkadaşım ve Temren’in aynı yıllar, tek ve pek güzel kız yurdunda oda arkadaşıdır. Biliriz, yurdun kapısında Temren ve Olcay’ı bırakırken
Deniz’le buluşurduk; Olcay çok sessizdi, hiç karışmaz ama Gülen’e bağlanan gazetede, “Ansızın kız”ın her açıdan ünlü eşi Kütahyalı’ya demeç verdi, Deniz’i kıramamıştı. Böylece
Deniz Baykal, her daim Gülen’e yakın ve bağlı olduğunu kanıtlamaktadır ve burada çabuk ve sınır tanımaz yoldadır. Yazarken sıkılıyorum.
KARPUZ MİSALİ YARILMA!
Bunu en çok, Demokrat Parti’nin içinden patlamasına benzetebiliriz, “İspat Hakkı” meselesi çıkmıştı, iddialar oluyordu, yolsuzluklar yazılıyordu; iddia sahibi iddiasını ispat edecek, ancak yasalar “ispat hakkı” vermiyor, bir skandaldır. Karaosmanoğlu, Üstündağ, Güneş, Demokrat Parti’nin ağır ve parlak topları patladılar ve iktidardaki Demokrat Parti, karpuz misli içinden çatladı, 1955 yılındayız. İşte budur, şu veya bu nedenle, akepe’nin bizleri zındanlara tıkan savcı, yargıç ve tabii polisleri, yarıldılar; akepe’nin içine yolsuzluk ve yolsuz avına çıktılar. Buna sevinmek durumundayız, nedeni her ne olursa olsun, kim yaparsa yapsın, “demokratizasyon” yolunda bir adım diyebiliyoruz. Bu polisler, bu savcılar, bu yargıçlar, bize dün de bugün de düşmandırlar, biliyoruz. Ancak yaptıkları, Tayyip Erdogan’ın bizi haksız yere zındana tıktığını göstermektedir ve ne kadar devam ederse o kadar “demokratik” adım sayabiliyoruz. Neden övmeli, yaptıkları itirafçılıktır; övmek bize düşmemektedir.
BAŞKA İHSAN İSTEMEZ!
Ve çok hoş, ağır Baykal, birden ortaya fırladı, Gülen için şefkat turlarına başladı, söylediği şudur: “Krizin kimseye yarar getirmesi söz konusu değildir. Herkes kaybedecektir.” Anlıyoruz, “herkes” dediği Gülen’dir ve amma bize “yarar” getirdiği açıktır. Çünkü kriz ile birlikte, bizlerin, zulümle, zor ile, zindanda olduğumuz ortaya çıkmıştır. Devam, “gölge etmeyin başka ihsan istemez” diyoruz. Ne güzel, ne güzel, Baykal devam ediyor: “Başbakan’ın da bir çıkış stratejisine ihtiyacı var. Anlamsız, uydurma suçlamalara hedef olmasın. Ancak kimse de ‘Başbakan’ın ailesine de bulaştıracağım’ demesin”.
Peki ben ne diyebilirim ve diyeceğim üçtür.
Bir, bu kaçıncı; iki, “anan güzel mi”; ve üç, bunlar üçlü’dürler ve Fethullah’a bağlıdırlar. Bunlara Deniz Baykal, Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin diyorlar.
Güzel, bu söylediklerim ilk değil, tekrarlamış oluyorum.
CEHEPE'DE GÜLENİST TARİH!
Şunları not edebilirim, bir, Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Bülent Ecevit’e öneren Gülen’dir. Ecevit, milletvekili sırasına koymuştu, Garbaçov, “kazanamam” diye çekildi, ancak yeri kazanmıştır. İki, Baykal’ın, Ecevit’in artıklarını kabul etmesi imkansızdır ama artık Gülen’in ricasını kıramayacağını biliyoruz. Garbaçov’u Baykal’a öneren yine Gülen’dir. Üç, Gürsel Tekin, Cehepe’de Fethullah Gülen’in sözcüsüdür, çok söylediğim için herkesin malumudur. Gülen’in cehepe’de üçlü tepesi işte budur ve tabii başkaları da varlar.
CENAZEDE PATOLOJİ RAPORU!
Ey ölüm, en büyük bilgi kaynağımızdır. Şükrü Karaca, hiç bilmezdik, yeni öğrendik, Kılıçdaroğlu’nun en yakını, konuşmalarını yazan adamı imiş, nagehan ölüverdi, cenazesi bir patoloji raporudur. Cenazesini, rahip, Ermeni ve misyoner ölümleriyle ilişkilendirilen partinin, Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanı, ve eski mehepe ve şimdi akepe’den S. Yakut, diğer mürteciler ve cehepe’den Garbaçov Kemal ile Gürsel Tekin kaldırdılar. Ekliyorum, Karaca, imam-hatip mezunudur ve ilave ediyorum, Kılıçdaroğlu cehepe’ye sızdırılmış bir mürtecidir. Buraya gelmiş durumdayız. Kılıçdaroğlu, referanduma oy vermeyen mürtecidir; söz almakta ve dinlemektedir. Belediye Başkanı ve benzeri nedenlerle şu anda cehepe’ye monte ettiklerinin çoğunun Fethullahi olduklarını düşünebiliriz. Ve Adnan Keskin, Haluk Koç ile Gökhan Günaydın, koskoca cehepe’yi bir mürteci teknesi yapmada Kılıçdaroğlu’nun yardımcılarıdırlar. Ve bir milletvekilliği karşılığına çalışıyorlar. Birgün utanacaklar, elimden geleni bilmelerini haber ediyorum.
YOLUNU AÇANLARI KALDIRIRLAR!
Sona yaklaşıyorum, Baykal’a yapıştırılan kasetin, Gülen ve/veya hareketi eli-mahsulü olmadığı düşüncesine katılıyorum. Çıkarı hiç yok ve mantıksızdır. Ayrıca tesadüfen dinledim, Reha Muhtar’ın nazariyesine ise hiç katılmıyorum; Muhtar, “Baykal Erdoğan’ı başbakan yaptı, yolunu açtı, Erdoğan şükran duyuyor, yapar mı” diyordu, cazip, yalnız aynı ölçüde kazip bir nazariyedir. “Diktatör” diyorlar, öyle mi; bu, diktatörlerin yoludur ve yolunu açanları kaldırırlar. Kaldı ki aralarında bir gizli anlaşma bulunuyordu, “Erdoğan başbakan, Baykal cumhurbaşkanı” ve bu paketi yırtmak için Baykal’ın düşmesi zorunludur. Güzel, gördüğümüz bir zorunluluk olur Reha Muhtar’a hediye ediyorum.
'BİZ YAPTIK BİZ İNDİRİRİZ'
Yeniden başlamak üzere bitirebilir miyim, “Bipartisan Policy Center” için, tabii Obama’ya verilmek üzere yazılar, her ikisi de Türkiye’de büyükelçi ve İbrani, Abramowitz ve Edelman tarafından, “From Rhetoric to Reality: Reframing Us-Turkey Policy” başlıklı çok ayrıntılı raporu, Ekim 2013 tarihlidir, hatırlamadan ve hatırlatmadan, “son” diyemiyorum. Cengiz Çandar’dan başka kimsenin ele almadığını biliyoruz. Çandar’ın yazdığını okumadım, görüşünü duydum, “Amerika Erdoğan’a, seni biz yaptık, biz indiririz” diyormuş, ezcümle ve mealen bunu söylüyormuş, ciddiye alınmasını öneriyorum. Ben ise bu rapor için yeni ve çok sert bir “Tanzimat Fermanı” diyebiliyorum. Çok bekletmeyeceğim, planımda var.
KESKİN YARGILAR!
İleride, ancak, hemen not etmek istediğim noktaları sıralayabiliyorum. Rapor, keskin yargılarla doludur. Aynı derecede diplomatik değil, açıktır; tane tane, anlaşılabilir, demek istiyorum. Bu rapordan sonra, şunlar dikkatimizi çekiyor ve sunuyorum. Daha önemli yanlarını gelecek haftalara sunuyorum. Bir, Orgeneral Necdet Özel çok suskundu, “zayıf Özel” tabir etmiştim, bana dava açmak peşinde ama artık devamlı konuşuyor ve ısrarla “tahliye” çevresinde dönüyor ve duruyor. Adalet isteminin düzenlenmesi, açıklamaları arasında yer almaktadır. Raporda varlar. İki, Fethullah Gülen’e mal edilen, akepe yolsuzluklarının patlatılması, bu raporun ruh ve maksadına çok çok uygundur. Washington Fethullahi savcı ve yargıçların çıkışlarından çok hoşnut olmalıdır, kuşku duymuyorum. Gülen ve Washington birbirlerine çok yakındırlar. Üç, Kılıçdaroğlu, Washington’a gitti, çok değişmiş olarak geldiğini teşhis edebiliyoruz. Şeyhi, Gülen’in adamları ile de görüştü, yine Cahiliye Devri’nin profesyonel ağıtçıları türünden konuşuyor, sanki hıçkırıyor, ancak hem yazılı metin kullanıyor ve hem Erdoğan’a Washington’a memnun edecek konu ve tonlarda hücum ediyor. Çok farklı, İsmet İnönü’yü bile övüyor, duyuyoruz. Ders almış, arada bir derslerini tekrarlıyor; gereklidir, hepsini aklında tutması zordur, hep biliyoruz. a, Doğan ve Koç Holdinglere dokunulmaması, bu ferman’da ayrı ayrı varlar. Tanzimat Reformu’ndaki gayrimüslimlerin korunmasının yerinde Koç ve Doğan duruyor, Aydın Doğan saklamıyor. b, Tahliyeler yerli yerindedir. Bu davaların açılmasında, Amerika’nın Ankara Büyükelçiliği önemli bir rol almıştı ve bu nedenle, ikinci kez yargılanma raporun ruhuna uygun düşüyor. Saçma, ancak yerli yerindedir. Yeniden yargılama, hem Washington hem de Erdoğan için bir justifikasyon nedenidir, buradan çıkıyor.
AMERİKA'NIN SESİ!
Foreign Affairs’ın Ocak Şubat 2014 sayısını ihmal edemeyiz, tabii ele almak durumundayım. Şimdilik editör Rose ve yazı işleri müdürü Tepperman’ın bir memorandum havasındaki kısa yazılarından “As prime minister Recep Tayyip Erdogan flirts with autoritarian populism, the country teeters between continued growth and a reversion to the Middle Eastern mean” cümlesini almadan edemiyorum. Erdoğan kalır ve bu kafada giderse, Türkiye bir Ortadoğu vasıtına yuvarlanır anlamındadır. Umutsuzlar ve sanki hep kesmişler.
Council of Foreign Relations için, Albright ve Hadley’in başkanlığında Cook’un yönetiminde, 2012 baharında yayımlanan “US-Turkey Relations” ve “A New Partnership” başlıklı rapor ile karşılaştırabiliriz. Deniz Hakan, 2012 Haziran ayında, Aydınlık’ta iki yazı ile ele almıştı, Odatv’de yeni bir değerlendirmenin de yararlı olacağını düşünüyorum. Umutlu, ancak Erdoğan’ın kontrol dışı bitmez-tükenmez açılımları nedeniyle çok kaygılıydılar ve şimdi arkalarını dönmüş görünüyorlar. Bu arada ben de geriye dönerek bu raporu da ele almak istiyorum.
AYRILMAZLAR!
Bu rapordan şunu aktarıyorum: “According to the movement’s detractors Gülen sympathisers and the AKP are able to carry out smear compaings, investigations, detentions and convictions of political opponents through control of large media outlets and heavy presence in the police force and judiciary”. Çok güzel değil mi, bu rapor, cemaati eleştirenleri kaynak göstererek, Gülen ve akepe’nin ayrılmaz olduklarını, medyada yanlarında, pek çok karalama kampanyası yaptıklarını, zindanları doldurduklarını açıklıkla tespit ve ifade ediyorlar. Güzel ve ekliyorum, bu bir hükümdür, bundan kurtulamazlar. “Devlet içinde devlet”, paralel devlet, “şirk koşturmayız”, bunlar çocuklar için masallardır; masallarla iddianame dönemi artık imkansızdır. Kurt Karaca, bir kez uydurulur ve polis çıraklarının iddianame yazma imkanları artık tarih olmuştur. Dünyada ve tarihte iki kez yapılamayacaklar var, bunlar arasındadırlar.
DÜŞMANLARLA DONANMAK!
Akepe, bir tavan ve altı boş parti idi, kucakta getirildiler ve oturtuldular. Eğer Washington, “biz getirdik” diyorsa ve “biz” ile orduyu kastediyorsa, sözleri pek doğrudur, getirdiler ve desteklediler. Öyle görüyorum, ilaveten şu var, doğrudan akepeli savcı-yargıç ve polis ile çırakları azdı. Gülen’in yetiştirdiklerini kullandılar. Beraberdiler ve bizler, ortak düşmanlarıyız ve cehepe şimdi, bize düşman olanlar ile donanmaktadır. Demek, bize düşman bir parti olma yolundadır, sonuçlarına katlanırlar.
AL GÜLÜM VER GÜLÜM!
Bu raporda, Council of Foreign Relations, Bahar 2012, şu da var: “You must move in the arteries of the system without anyone noticing your existence until you reach all the power centers. You must wait until such time as you have got all the state power, until you have brought to your side all the power of the constitutional institution in Turkey.” Bu sözler Gülen’e ait, önce telaffuz edilmiş, yalnız 1999 yılında televizyonlarda yayınlandı, “damardan girin” demektedir, gizli olmalı, “devletin bütün kurumlarını elde edin”, direktifleri ortadadır; kabul etmek gerek, yargıda, idarede ve poliste damarları ellerine almışlar. Tabii, vermişler ve almışlar; ver gülüm-al gülüm ilişkisi görüyoruz.
YENİ TANZİMAT FERMANI!
Son Abramowitz-Edelman raporunda, “Yeni Tanzimat Fermanı” diyoruz, Amerikan temsilcilerinin, sivil toplum örgütlerine dalışlar yapmaları ve birlikte çalışmaları da yer almaktadır. Sanki diplomatik görev alanlarını, en azından Türkiye için genişletiyorlar. Büyükelçi Ricciardone, bu işe çok yatkındır; girişken ve deneyimlidir, İtalyan sıcaklığından yararlanıyor. Güzel, bunu şunun için not ediyorum, bu yakınlarda Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ile görüştüler mi, why not diyebiliyoruz. Neden olmasın, bizleri tıkarlarken elçilik polis şefleri ile birlikte çalışmıştı ve çıkarırken de barolar ile çalışırlarsa hiç şaşırmayız. Çift çalıştılar, çift yargılama pek münasiptir; “neden olmasın”, tekrarlıyorum.
TAKVİM DOLDU!
Şimdi mesele şudur, neden çöküyorlar ve daha doğrusu çöktüler. Takvimlerini çoktan doldurdular; ordu dayanakları idi, hala mı ve cehepe, mürtecileşerek daha çok yaşatmaya çalışmaktadır. “17 Aralık” patladığında, Garbaçov Kemal’in yüzündeki korkuyu hiç unutmuyorum. Belki de çöküşe kilitlidirler; zor da olsa sezmiş olabilirler,görürüz. İsmet Paşa, yanında Baba Feyzioğlu, kuyudan, kuyu zindandır, adam çıkarıyordu. Bunlar kuyuya düşüyorlar ve artık teşnedirler. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz, diyoruz.